Zincirsiz (2012) | Django Unchained
“Bizi niye öldürmüyorlar?”

“Django köle değil özgür bir adam, anladın mı? Ona buradaki diğer zenciler gibi davranmayacaksın.’’

“Ona beyazmış gibi mi davranayım?’’

“Hayır öyle demedim. Ona Jerry’e davrandığın gibi davran.’’

Amerika, rüyalar ülkesi. Zenginlikler, özgürlükler, vaatler ülkesi. Dünya tarihine adını ilk kez 18. yüzyıl gibi geç bir vakitte yazdırmış olsa da hızlı ve sağlam adımlarıyla küresel hakimiyeti büyük oranda tekeline almayı başarmış bir ülke. Ancak bu hızlı ve sağlam adımların da bedelini ödeyen, o adımların altında ezilen ve o adımların yükünü taşıyan birileri elbette var. İşte o yükü taşıyan milyonlarca insandan iki tanesinin, Django ve Broomhilda'nın hikayesi, Quentin Tarantino tarafından beyaz perdeye aktarıldı.
1858'de, iç savaştan 2 yıl öncesinin bir anlatısıyla başlayan filmin açılış sahnesinde köle tacirlerini ve köleleri görüyoruz. Elleri ve ayakları zincirli, sırtlarındaki kırbaç izlerinden muzdarip köleler, beyaz Amerikalının siyah insana bakışını da ortaya koymaktadır. Her türlü işkence, eziyet Avrupalı Dr. Schultz'un köle tacirlerini haklaması ve köleleri iradeleriyle tanıştırmasıyla filmin ilk heroik olayı gerçekleşiyor. Bu noktada Dr. Schultz karakterinin -birçok sahnede Alman olduğunun vurgulanmasından da anlaşılabileceği gibi- Avrupa'nın Amerika'ya bir eleştirisi olarak filmde yer aldığını belirtmek muhtemelen yerinde olacaktır. Bununla birlikte köleliğin tarihçesine ve felsefesine kısa bir bakış attığımızda bile kolayca anlayabiliriz ki Avrupa da bu konuda masum değildir.

Köleliğin insanın ayak bastığı hemen hemen her yerde var olduğunu görebiliriz. Üstelik mantığın, felsefenin temel taşları sayılan filozoflar dahi köleliği meşrulaştırmak için felsefe üretmişlerdir. Örneğin Aristoteles, köleliğin doğuştan olduğunu ve kölelerin devlet yapılanması içerisinde hizmet etme ve üretime katılma şeklinde var olduklarını savunmuş; iradelerini kullanma gücünden yoksun olan köleleri harekete geçiren şeyin ise efendilerinin emir ve talimatları olduğunu, ek olarak doğanın, özgür insanı kölelerden üstün kıldığını iddia etmiştir.

Amerika’da köleliğin tarihi kıtalar arası ticaretin gelişmesiyle başlıyor. Silah, tekstil ve maden ürünleri taşıyan gemilerin Afrika'ya yolculukları, Amerika'ya doğru başlayan bir köle göçüne de öncülük etti. Çoğunluğu Gana, Senegal ve Angola'dan getirilen köleler, güney eyaletlerinde genellikle tütün ve pamuk tarlalarında çalıştırıldı. Kuzey kesiminde ise daha çok hizmetçi veya işçi olarak kullanıldı. Belirtmek gerekir ki Amerika'ya kölelerin ilk getirilişi 1619 yılına yani kolonicilik dönemine tekabül etmektedir. White Lion isimli İngiliz korsan gemisi Meksika'ya gitmekte olan bir Portekiz gemisinden zorla alıkoyduğu 20'den fazla Afrikalıyı Virginia eyaletine bırakır ve böylece kölelik tarihi yeni bir boyut kazanır. Bu durum, Amerika Birleşik Devletleri'nin 1776’da resmen devlet bile olmadan önce köle taciri olduğunu göstermektedir.

Kölelikle ilgili ilk yargısal olay 1640 yılında Virginia'da, kaçmaya çalışan bir kölenin yakalandıktan sonra ölene kadar köleliğe mahkum edilmesidir. Ardından 1641'de Massachusetts’te köleliği legal kılan bir yasa çıkarıldı. Yine Virginia'da 1662 yılında çıkarılan bir yasa köle kadınların çocuklarının da köle kabul edileceğini düzenledi. Devam eden süreçte 18. yüzyıla kadar köleliği yasaklayan herhangi bir düzenleme yapılmadı.
1858 yılı, köleliğin yasal ve yasak kılındığı eyaletlerin haritası
1733 yılında Georgia Mütevelli Heyeti, yeni kurulan kolonilerde köleliği yasaklayan bir yasa çıkardı. Ancak atılan yerel adımlar köle nüfusunun gittikçe artmasına engel olamadı. 19. yüzyılın ortalarına gelindiğinde Kuzeyliler ve Güneyliler arasında kölelik konusunda büyük bir anlaşmazlık vardı. Kölelik karşıtı Cumhuriyetçi parti lideri Abraham Lincoln 1860'ta seçildiğinde köleliği kaldıracağını ilan etti. Ardından buna büyük bir şiddetle karşı çıkan Güney eyaletleri Amerika Konfedere Devletleri'ni kurdu ve bu adım bir iç savaşın tetikleyicisi oldu. 1861 yılında Amerikan iç savaşı patlak verdi. 4 yıl kadar süren bu savaşın galibi Kuzeyliler oldu. Savaşın bitiminden beş gün sonra, 18 Nisan 1865'te Abraham Lincoln bir suikast sonucu Amerika'ya veda etti. Aynı yıl Tennesse eyaletinde siyahi karşıtı Ku-Klux-Klan adında gizli bir örgüt kuruldu. Irkçı cinayetlere bir süre devam eden bu örgüt, 1870 yılında dönemin ABD başkanı Ulysses S. Grant tarafından çıkartılan ''Enforcement Acts'' yasasıyla etkisini yitirdi. Filmimizde Dr.Schultz ve Django'nun, Mr.Candie ile anlaştıktan sonra para temin etmek amacıyla çiftlikten ayrıldıkları günün gecesinde konakladıkları yerde onları öldürmeye çalışan beyaz maskeli adamları yani Ku-Klux-Klan örgütünü görüyoruz. Ancak hiç ciddi bir şekilde değil, küçük düşürücü ve alaycı bir biçimde görüyoruz. Tarantino'nun burada izleyiciye ne göstermek istediği gayet aşikâr olsa gerek.
Filmde gösterilen Ku-Klux-Klan örgütü
Abraham Lincoln suikastından 1877 yılına kadar olan dönem ''Yeniden Yapılandırma'' olarak adlandırıldı. ABD anayasasına eklenen yeni maddelerle devlet ve toplum alanında yeni düzenlemeler yapıldı. Ancak bu süreçte de devam eden Cumhuriyetçi-Demokrat çekişmesi sonucunda 1877 yılında Cumhuriyetçiler yönetimden tasfiye edilmeye başlandı ve 20. yüzyılın sonlarına kadar siyahların baş başa kalacağı ırkçı politikalar gündeme oturdu.

Bu ırkçı politikaların en bilineni Jim Crow Yasaları'dır. İsmi geçen Jim Crow, 1828'de Thomas Rice tarafından oluşturulan bir karakterdir ve ilkel, pek akıllı olmayan, her türlü aşağılanmaya maruz kalan bir zenci tiplemesidir. Jim Crow'un, beyazların siyahlara bakışını yansıttığını söylemek yanlış olmayacaktır. Peki Jim Crow Yasaları ne ifade etmektedir? Orijinal ifadesiyle ''seperate but equal'' demektir. ''Ayrı ama eşit.'' Otobüslerde, sinemalarda, asansörlerde kısaca sosyal ve politik hayatın hemen hemen her noktasında siyahlarla beyazların ayrıldığı bir sistemin kuruculuğunu yapmıştır.

Demir yollarında ırk ayrımını hayata sokan ilk yasa 1875'de Tennessee eyaletinde düzenlenmiş ve tramvaylara ''Siyahlar'', ''Sadece Beyazlar İçin'' yazılı tabelalar asılmıştır. İlerleyen süreçte bu ayrımcılık ülkenin neredeyse tamamına nüfuz etti ve ayrımcı yasalar daha da genişlemeye başladı.
Siyahiler için bekleme odası yazılı bir tabela
Zaman ilerlemeye devam ediyor ve tarih, hızından bir şey kaybetmeden akıyordu. 20. yüzyıla gelindiğinde köleliğin yasallığıyla ilgili henüz bir gelişme olmamıştı. Ancak yine de siyahi aktivistlerin akışta rol aldıklarını görüyoruz. 1936 yılında Victor Hugo Green, gece yarısında sonra siyahilerin girişini kabul etmeyen ve siyahilere tuvalet ihtiyacı dahi lütfetmeyen kasabaların listesini oluşturduğu ''The Negro Motorist Green Book'' adlı kitabını yayımladı. 1954 yılına gelindiğinde ABD Yüksek Mahkemesi Brown v. Board of Education davası sonucundan ''seperate but equal'' içtihadından dönerek ayrımcılık konusunda dönüm noktası sayılabilecek bir adım attı. Ardından 1 yıl sonra, 1955 yılında siyahi bir terzi olan Rosa Parks, iş çıkışı otobüste siyahilere ayrılan yere oturmadı ve ayakta kalan beyazların polis çağırması sonucu tutuklandı.

Süregelen aktivizm hareketlerinden en çarpıcı olanlarından bir tanesiyse Martin Luther King'in 1963 yılında Washington'a doğru yaklaşık 250 bin kişinin katıldığı bir özgürlük yürüyüşü gerçekleştirmesi ve meşhur ''I have a dream'' başlıklı konuşmasını yapmasıydı. Artık neredeyse bütün eyaletlerde siyahiler etkinliklerini arttırmıştı ve bu çaba sonuçsuz kalmadı. 1964 yılında ''Sivil Haklar Yasası'' yürürlüğe girdi. Bu yasayla birlikte kamuda ırk ayrımı yasaklandı. ABD Başsavcısına ayrımcılık olaylarına müdahale etme yetkisi verildi. Ayrımcılığa destek veren bütün yerel programlara finansal destek kesildi. 1 yıl sonra ise siyahilere oy kullanma hakkı tanıyan ''Oy Kullanma Yasası'' yürürlüğe girdi. Ancak uygulamada siyahiler hâlâ şiddet ve hakarete maruz kalıyorlardı. Bu durum başta Oakland merkezli Leninist-Marksist grupların ortaya çıkmasına sebep oldu. Öncelikli hedefleri mahalle sakinlerini polis saldırılarından korumak olan grup, daha sonraları silahlanmaya başlayarak devrimci bir harekete dönüştü. Parti liderlerinden Bobby Seale'ın yargılanma süreci filmlere konu oldu (The Trial of the Chicago 7, Bobby Seale ve diğer ırkçılık karşıtı grupların da hikayelerinin anlatıldığı başarılı filmlerden bir tanesidir).

2000'li yıllara gelindiğinde siyahilerin devlet kademelerinde yükseldiği kaydolundu. Bu kayıtların muhtemelen en büyüğü ve yine bir dönüm noktası sayılabilecek olanlarından bir tanesi de 2008 yılında Barack Obama'nın ABD'nin 44. başkanı olmasıydı. Gerek Amerika'da gerekse bütün dünyada büyük bir yankı uyandırmıştı bu olay. Ancak yine de bir siyahinin devlet başkanlığına kadar yükselmesi; siyahilere uygulanan polis şiddetinin, ayrımcılığın ve gettolaşmanın son bulmasını; yılların agresifliğini biriktiren bir toplumun barışmasını sağlayamamıştır. 2020 yılında bütün dünya gündemini sarsan George Floyd isimli bir gencin polis şiddetiyle hayatını kaybetmesinin ardından olaydan çok kısa bir süre sonra yine bir siyahi vatandaş yine bir polis tarafından başından vurularak öldürüldü. Bu akıl almaz hadiseler, 21. yüzyılda Amerikan toplumunun ve devlet yapılanmasının üzerinden ırkçı, ayrımcı gömleğini hâlâ çıkaramadığını göstermektedir…

Filme dönecek olursak değinilmesi gereken noktalardan bir tanesi, Samuel L. Jackson'ın canlandırdığı Stephen karakteridir. Kendisi de bir siyahi olmasına rağmen, Django'yu atın üstünde özgür bir adam gibi gördüğünde sinir krizi geçirir ve gördüklerine inanamayıp efendisi Mr.Candie’ye bu ‘’nigga’’nın atın üstünde ne aradığını; ardından Django’ya gerçekten özgür bir adammış gibi mi davranacağını sorar. Bu durum; ırkçılığın basit bir renk ayrımı olmadığını gerek dünya siyasetinin gerek kapitalizmin gerekse de sosyal statükoların oluşturduğu bir davranış kalıbı olduğunu ortaya koymaktadır.

Gelelim çarpıcı bir detaya daha:
Django, Unchained. Filmimizin adı. Unchained -Zincirsiz- kelimesinin burada kullanılmasının iki anlamı var. Birincisi gerçek anlamda zinciri karşılaması ve kölelerin esaret altına alınıp sürüklenmesini sağlayan materyal. İkinci anlamı ise ''Unchained Camera Technique'' adı verilen bir kamera tekniğine selam gönderilmesi. Çünkü aşağıdaki resimlerde göreceğiniz üzere ''The Blue Boy'' tablosu ve Django'nun kıyafeti aynı. Ve 1919 yılında Alman yönetmen Friedrich Wilhelm Murnau'nun ''The Blue Boy'' adlı yağlı boya tablosundan esinlenerek çektiği ''Der Knabe'' filminde kullandığı kamera tekniği ''Unchained Camera Technique''dir.
Son olarak belirtilmesi gerekir ki Tarantino'nun diğer filmlerine kıyasla hassas bir meseleyi konu alan bu filminde daha az kan görüyoruz. Onun kan sevdalısı bir yönetmen olduğunu göz önünde bulundurursak bu filmin neden daha az kanlı olduğu meselenin hassaslık boyutuyla açıklanabilir. Yine de son sahnelere gelindiğinde ve Django artık kendini gerçekten özgür bir adam olarak hissettiğinde, işler değişiyor ve litrelerce kanın gövdeyi götürdüğü silahlı çatışma sahneleri izliyoruz. Bu sahneler izleyiciye Friedrich Nietzsche'nin ''Ne çok gülmüşümdür keskin pençeleri olmadığı için kendini iyi sananlara'' sözünü hatırlatmalı mıdır bilemiyorum.

Muhammed Mehdi Yusuf Köktürk