Prof. Dr. Bekir Berat Özipek İle
Sığınmacılar, Ayrımcılık ve Ekonomi - I
Yazar: Vildan Köksal
24 Kasım 2021 - Vildan Köksal
Gözümüzün önünde -hemen sınırlarımızın diğer tarafında, komşu ülkemiz Suriye’de- bir trajedi var; aynı zamanda yaşadığımız ülkede ayrımcı, ırkçı yaklaşımların çoğaldığına şahit oluyoruz.
İnsani yaklaşımın azaldığını görüyoruz burada. Peki bu durumun sebepleri nelerdir ve ekonomi bunun neresinde?
Göç Meselesi, Yeniden
Göç meselesi yani birçok farklı ismiyle göçmen, sığınmacı, mülteci, iltica eden insanlar, muhacir, misafir, düzensiz göçmen, sınırlarımız içinde bulunan yabancılar meselesi.
“Ölüm eski bir hikayedir ama her insana yeni görünür.” der Tolstoy. Bizim için de yaşadığımız anda ve ortamda bazı şeyler yeni görünse de insanlık tarihi boyunca süregelmiştir. İnsanlar her zaman için bir diyardan başka bir diyara gitmiş ve her zaman için bu insan hareketliliği iki tavırla karşılanmıştır: “Defolun gidin” ya da “Hoş geldin, sefa geldin”. Bu iki uçtaki yaklaşımları tarih boyunca görebiliyoruz. Bu durum Türkiye’ye ya da herhangi bir ülkeye özgü değil, bunu akılda tutmamızda fayda var.

Bir İnsan Hakkı Olarak Göç
Dünyanın her yerinde yaşanmaya devam eden göçün evrensel bir olgu olduğunu söyledik. Peki evrensel kabullere baktığımızda ‘göç’ü nereye koyacağız? Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi, herkesin zulüm altında başka bir ülkeye gitme, yani sığınma/sığınmacı olma hakkını tanıyor. Her şeyden azade, bu uluslararası beyannamede yazıyor diye mi biz bu hakkı kabul edeceğiz?

Haklar Bağlamında Pozitif Hukuk ve Doğal Hukuk
Doğal hukuktan / tabii hukuktan / ilahi hukuktan gelen bir hak bu. Yani sadece bir pozitif hukuk meselesi değil. Pozitif hukuk belirli bir zamanda belirli bir ülkede geçerli olan hukuk kurallarının tümü anlamına geliyor. Türkiye'nin pozitif hukuku var, Macaristan'ın var, Burkina Faso'nun ve Amerika'nın var… Dünyadaki devlet adedince pozitif hukuk var.
Ama bir tane doğal hukuk var. Doğal hukuk pozitif hukuktan önce de vardı. Ondan daha derin ve daha köklü. Sığınma hakkı, insanlığın başından beri var olan ve yazılı olmayan kurallardan birinin gereği olduğu için geçerli. Dini mi seküler mi bir perspektiften baktığınız da fark etmez. İşte burada bir tür zımni sözleşmeden bahsedebiliyoruz. Yani yazılı hukuk kurallarından bağımsız olarak her insan bu hakka insani ve evrensel bir mutabakat gereği sahip. Peki bu mutabakat neye dayanıyor?
“Bir gün burada benim başım derde girerse ve hayat hakkım başta olmak üzere haklarım elimden alınırsa ben başka bir ülkeye göç edebilmeliyim. Bu yüzden senin de başına bir şey gelirse gelebilmelisin.” Bu bir tür kasko gibi. Bahsedilen şeyin mutlaka olacağı anlamına gelmiyor; ama bahsedilen durum oluşursa benim oraya gitme onun da buraya gelme hakkı olmalı.
Elbette bu doğal mutabakatı kabul etmek istemediğini ya da etmediğini söyleyenler olabilir. Fakat burada unutmamamız gereken nokta şu: Hayatın öngörülemezliği ve insan olarak paylaştığımız ortak nitelikler, tecrübeler, düşünce ve duygular. “Ben bunu kabul etmezdim, istemezdim” diyen insanlar başlarından aşağı bombalar yağan bir anda bu tarz bir felsefi tartışmayı yürütmeye çok istekli olmayabilirler.
Eğer siz hukuk devletlerin yaptığından ibarettir demiyorsanız; ondan önce de vardı, insanlık tarihî boyunca insana içkin olan/insana mündemiç değerler bunlar diyorsanız zaten bir evrensel hukuk perspektifine sahipsiniz demektir.

Algılar ve Olgular
Göçmenlere yönelik ötekileştirme ve ayrımcılık söz konusu olduğunda dünyanın pek çok yerinde bu durumla karşı karşıya olduğumuzu ve söylemlerin benzerlik gösterdiğini görüyoruz. Kullanılan klişeler “Ya sev ya terk et” minvalinde şekilleniyor, “İsterseniz evinize alın” diye devam ediyor. Ayrımcı klişeler birbirinden farklı birçok toplumu hedef alıyor. Amerika’da 19. yüzyılda Çinlilere karşı yükselen ırkçı tutum, Avrupa’da Yahudilere yönelik ötekileştirme ve her millet gibi bundan nasibini alan Türklere yöneltilmiş ayrımcı söylemler…
Ben bir Türk olarak, -asılsız şekilde- Türklerin yaptığı söylenen şeyleri yapmıyorum ve bana yöneltilen suçlamalar haksız. Ama zihinlerdeki o Türk kutusunun içinde yer aldığım için ben de suçlanıyorum ya da daima kendimi izah etmek ve kanıtlamakla sorumlu tutuluyorum. Kendine yapılınca hiç de güzel değil…
“Milliyetçilik bir çocukluk hastalığıdır. O insanlığın kızamığıdır.” diyor Einstein. ‘Göç’ gibi insanlık ile yaşıt olan ‘ötekinden korkma’ meselesi de tarih boyunca değişti ve günümüzde yeni bir hal aldı, buna bir göz atalım.

Ayrımcılık 2.0
Yeni olan ne? Tarih boyunca göçmenlere yönelik önyargılar ve ayrımcı tavırlar vardı. Bugün, Suriye’den göç edenler sadece onlardan önceki göçmenlerin yaşadığı benzer sıkıntılardan biraz daha fazlasıyla yüz yüzeler. Burada Twitter’daki altında binlerce yorum bulunan ‘Suriyeliler’ başlıklarından ve medyanın doğru bilgi kadar dezenformasyonu da yaygınlaştıran gücünden bahsedebiliriz.
Bir diğer konu ise Suriyeliler meselesinin siyasi arenada ciddi bir yansımasının olması. Açık şekilde Suriyelileri düşmanlaştıran, insan hayatını ve yaşanan zorunlu göçü siyasi malzeme haline getiren bir yaklaşım söz konusu. Bu yaklaşımlar bir önyargının ürünü. İnsanların eylemleri sonucu bu yargıların oluştuğunu söylemek pek de mümkün değil. Daha çok, önce algılar oluştu ardından bunun içi dolmaya başladı.

Stereotipler
Bahsettiğimiz algıya sebep olan stereotipler nasıl oluşuyor? Stereotip, herhangi bir insan grubu hakkındaki yaygın ve basmakalıp inançları ifade ediyor.

İlk olarak bir grubu kategorize ediyorsunuz: Suriyeliler, Kürtler, Türkler, Romanlar ya da örneğin kadınlar, fark etmez. Yani herhangi bir insan grubunu bütün o çeşitliliğinden azade gibi algılıyorsunuz. Sanki toplu şekilde hareket eden bir insan grubu varmış gibi ‘onlar’ ya da ‘bunlar’ diye başlıyorsunuz söze. Türklerle ilgili özellikle Avrupa'da karşılaşılan olumsuz algıları düşünün.

Ötekileştirmek ise ‘onlar’ı ayırmak ve 'biz'in dışında tutmak. Arkasından gelen adım dehümanize etmek, yani gayri insanileştirmek. Bir gruba ait bireyleri salt insan olarak değil, kötü insanlar olarak ya da insani vasıflarından sıyırarak görmeye başlamak. İnsan olması hasebiyle muazzam bir çeşitliliğe sahip bir topluluğun ‘kötü insan tipi’ olarak görülmeye ve bu şekilde zihinlere yerleşmeye başlaması.

Bu durumda zihin bahsedilen gruba mensup insanları normal bir insan gibi değil; kendisi gibi yaşayan, gülen, acı çeken, aşık olan, üzülen bir canlı olarak değil; bu insani özellikler dışında daha kötücül özelliklere sahip, deyim yerindeyse habis denebilecek bir insan grubu hatta bir canlı grubunun üyeleri olarak algılıyor. Bütün bunların ardından demonize etmek yani şeytanlaştırmak geliyor. Hemen arkasından da şeytanı taşlamak.




Türkiye’nin Göç Geçmişi
Türkiye ile ilgili şöyle bir şehir efsanesi vardır: “Eski göçler böyle değildi. O göçler sorunsuz bir şekilde yaşanmıştı fakat Suriyelilerin göçünde sıkıntı yaşanıyor.” Burada Suriyelileri hedef göstermeye yönelik bir yaklaşımdan söz edebiliyoruz.
Çünkü işin aslı böyle değil. Geçmişe baktığımız zaman hiç kimse için topraklarını terk edip başka bir yere gelmek -burası Anadolu bile olsa- kolay olmamıştır. Elbette ev sahibi toplumlar için de öyle.


Anadolu’ya Bitmeyen Göçler
Anadolu aslında tam anlamıyla bir köprü. İspanya'daki Reconquista'dan kaçan Musevilerin de, Kırım'dan gelen Tatarların da, Doğu Türkistan'dan gelen Uygurların da, Rusya'nın baskısından dolayı buraya sığınan Polonyalıların da, Ahıska Türklerinin de, hepsinin sığınağı olmuş bir yer. Bundan daha önce yaşanan göçlerin güllük gülistanlık bir şekilde gerçekleştiğini de, gelenlerin bir gül bahçesine geldiğini de düşünmek isabetli yaklaşımlar değil.

Bugün Neler Oluyor?
Türkiye'de şu an ötekileştirme ve ayrımcılığın yansımalarını görebiliyoruz. Bundan daha önce de yaşamıştık, şimdi ise Suriyelilerle ilgili olarak yaşıyoruz. Yarın bu konuda bir makuliyet egemen olacak belki ama başka bir insan grubu ile alakalı olarak bu tartışmaları yapıyor olacağız yine. Göçün insani bir durum olması gibi bu da insana dair bir gerçeklik. Ve bu haksız durumun tekrarlanmaması için yanlış algıların üstesinden gelmemiz, hem kendimizi hem de insanları korumak için farkındalık sahibi olmamız gerekiyor.

Güncel bazı uygulamalarda, Bolu’da yabancılara yönelik yapılan zammı ele alalım, yapılan şey yalnızca ırkçılık ya da nefret meselesinden ibaret değil. Bir insanın başka bir insandan nefret etmesi hukukun konusu olamaz ama aynı zamanda kişi nefret ettiği insanı bu nefretinden dolayı cezalandıramaz. Bir insan bir insandan ister nefret etsin ister etmesin, onun haklarını çiğniyorsa ve ayrımcı bir uygulama söz konusu ise hukuk kuralları ihlal edilerek suç işleniyor demektir. Burada devlet hukuk tarafından bunun yapılmamasının sağlanması ya da gerekli yaptırımların hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. Hukuk devleti olmanın gereği, kimsenin başka bir insanın hakkını çiğneme yetkisine sahip değildir.

Suriyeli Stereotipi
Suriye ile ilgili algılardan ilginç bir tanesi: Suriye bize çok uzak bir yer. Adeta bir fizan gibi anlatılıyor Suriye, ki aslında öyle değil. Ulus devlet herkesin zihinlerini endoktrine ettiği için bize çok uzak görünebiliyor başka bir ülke. Bazen iş oraya varıyor ki, insanların ‘Suriyeliler’ derken Merih'e yakın bir yerler ya da Tanganika Gölü taraflarından bahseder gibi konuştuğuna şahit olabiliyoruz. Hemen buradan bahsediyoruz aslında.
Örneğin tarihi haritalarda Halep’e baktığımızda -Halep Sancağı’na- Gaziantep’i, Kahramanmaraş’ı da içine aldığını görüyoruz. Sonrasında bir gün egemenler ortadan bir sınır çekmeye karar veriyorlar. Diyorlar ki, “Bundan sonra şurası şurasıdır, burası burasıdır”. Ve çok kısa süre içinde sınırın her iki tarafında kalan insanlar da bunu içselleştiriyorlar. Daha düne kadar ‘biz’ kavramı çok genişken bugün daha dar olabiliyor. Karşıda olanlar başka bir kültüre, başka bir diyara, başka bir dünyaya ait insanlar gibi algılanmaya başlanıyor. Ama ne kadar farklı olurlarsa olsunlar -farklı zannederlerse zannetsinler- insanları mutfaklar birleştiriyor, yemekler birleştiriyor, mezar taşları birleştiriyor.
Bu senaryoyu kendimize uzak hissetsek de, yarın bir gün sınırın nereden geçeceğine bağlı olarak insanların bizi 'öteki’ olarak ayrıştırması pekala mümkün.

Kalmak Mı, Gitmek Mi?
Göç konusu ile ilgili önemli noktalardan bir diğeri ise, insanlar bir öğleden sonra karar vermiyorlar göç etmeye. Ailesi ve çocukları ile beraber insanın hiç bilmediği sulara atlaması çok zor bir karar. Ama sığınmacıların durumunda göç aynı zamanda, çok zor olmasına rağmen verilmek zorunda kalınan bir karar. İradi bir durumdan söz edemiyoruz.
Bu anlamda sığınmacıları kabul etmek de bir lütuf değil. Göç, bir hakkın kullanılması; bu hakkı sağlamak da bir ödev. Ek olarak eğer uluslararası sözleşme ve anlaşmalar varsa, bu bize pozitif hukukun gereği olan hukuki bir ödev de yüklüyor.
Bazen Kalmak ve Savaşmak Rasyoneldir, Bazen Göç Etmek

Kalmak ve gitmek bahsinde en çok söylenen cümlelerden biri “Suriyeliler neden savaşmıyor, göç ediyor?” Bu konuda değinilecek ilk nokta, insanlar savaşmak zorunda değiller. Özellikle de bir iç savaş söz konusu ise… Ülkesinde iç savaş yaşayan insanlar için taraf olmak çok zor bir karar. Bazen taraf olmayabilirsiniz, hele ki üç ya da dörtten daha fazla taraf varsa. Ya da herhangi bir taraf için bir davaya inanmıyor, hangisi kazanırsa kazansın ülke için iyi olacağını düşünmüyorsanız.

Bir diğer nokta ise, savaşlar artık eskisi gibi kılıç çekilip yapılan savaşlar değil. Tüfek icat oldu mertlik bozuldu, der Köroğlu. Artık savaşlarda tüfekten de öte düşmanınızı görmeden ölüyorsunuz. Bunu salt kahramanlık ve vatanseverlik söylemleriyle izah etmek mümkün değil, çünkü sahada çok sert gerçekler var. (Suriye’de katliamların yanı sıra kimyasal silah kullanımı raporlarla belgelenmiş durumda ve 320’den fazla silahın Suriye’de denendiği bizzat devlet yetkililerince ifade edildi.) Tarihte biraz geriye gidip Çeçenleri düşündüğümüzde, Rusya’ya karşı müthiş bir direniş gösterdiklerini görüyoruz. Ama sonra Grozni’de bütün bir şehir bombardımana tutuldu. Orada bir karar vermek gerekiyor. Çocuğunuzun da sizinle beraber ölmesine izin verebilir misiniz ahlaki olarak, yoksa bu kadar astronomik, bu kadar orantısız bir güç karşısında çocuğunuzun hayatını korumak daha mı önemlidir?

Her göç meselesinde “Kalmak mı gitmek mi?” sorusu mutlaka sorulur. Hatta Arnavutluk’ta burayı terk etmeyin şeklinde fetvalar verilmiştir. Ama hayatın gerçekleri bunun ötesine geçiyor bazen. Sorumluluğunuz sadece kendinize karşı olmuyor, ailenizi ve çocuklarınızı da korumanız gerekiyor. Özellikle de inanmadığınız bir çatışmanın içerisinde kaldığınızda.
Sığınmacılar ve Ekonomi
Spesifik olarak sığınmacıların ekonomi üzerindeki etkisinden bahsetmeden önce, aslında pek beklenmeyen şu gerçekliğe değinmek önemli: Ülkeler için kırılgan gruplarla ilgili pozitif yaklaşımlar amaçlanmamış pozitif sonuçlar da doğuruyor.

Göçmen nüfusun yoğun olduğu ülkelerde en üretken, en başarılı insanların göçmenlerden ve özellikle dezavantajlı kesimden geldiğini görüyoruz. Dezavantajlı kesimin çocukları gidiyorlar ve gittikleri yerde başarılı oluyorlar. Örneğin Amerika’daki teknoloji şirketleri için durum böyle. Göçmenler dezavantajlı bir konumda olduklarından, içinde bulundukları durum onları motive ediyor ve daha üretken oluyorlar. Elbette bunu göçmenlerin genetik ile ilişkilendirmek doğru bir yaklaşım değil. Şu anda birçok insan için algılamak zor olsa da Türkiye’de bundan 20 yıl sonra Suriyeli ve Afgan sığınmacılardan bazıları büyük başarıları ile anılıyor olacaklar, bu bir gerçek.

Bununla birlikte ileride bize fayda sağlayacak diye sığınmacılara ya da ülkemizdeki yabancılara iyi davranalım demek, bu konuda fayda-maliyet analizi yapmak insani yaklaşımın uzağına düşüyor. Sığınmacıların durumunda, hak sahibi bir birey hepimizin sahip olduğu sığınma hakkını kullanıyor ve yapılması gereken şey bu hakkı kullanmalarını sağlamak.
Sığınmacı Etkisi Makro İşsizliği Artırmıyor
Yukarıda sözünü ettiğimiz amaçlanmayan pozitif sonuçlar konusuyla bağlantılı olarak, sığınmacıların ekonomiye etkisinin esas olarak pozitif olduğu ifade ediliyor. Bu konu, dünyada da Türkiye’de de birçok iktisatçı tarafından tartışılan bir konu. Artıları, eksileri ve belli bir zaman dilimini değil de bir bütünü ele alarak konuşan uzmanlar, göçmenlerin ya da sığınmacıların ekonomiye etkisinin uzun vadede pozitif olduğunu söylüyorlar.

“Onların gelmesiyle kiralar yükseliyor, insanlar kendi işlerini kaybediyor, işsizlik artıyor.” Peki bu şartlarda pozitif etki nasıl mümkün? Konuya uzun vadeli bakan ve istatistikleri yorumlayan uzmanların farklı olarak söyledikleri şey şu: İki çeşit etkiden söz edebiliriz, görülen ve görülmeyen etki. (Ekonomide Görülen & Görülmeyen Etki konusunda Fransız ekonomist Bastiat’a başvurulabilir).

Ekonomide Görülen ve Görülmeyen Etki
Bazı etkileri hemen görebilirsiniz ve dile getirebilirsiniz ama bazılarını hemen görmeniz o kadar kolay değildir. Bunun bir örnekle açıklayalım. Bir grup göçmen ülkenize geldiğinde bir grup insanın işini kaybettiğini görebilirsiniz. Bu görülebilen bir şeydir. Ama göremediğiniz şey onların oraya gelmesi ile birçok insan için iş potansiyelinin yaratılıyor olmasıdır, bu ise anında görülemeyen bir şeydir. Bu noktada görülen ve görülemeyeni, kısa ve uzun vadeyi birlikte değerlendirmek gerekir.

Baktığımızda, yeni bir insan grubu var ve yeni insan grubu eklendiğinde işsizlik olacağı yorumunu yapıyoruz; ama böyle olmuyor. Böyle olmamasının sebebi, kısa ve uzun vadenin beraber değerlendirilmesi. Çünkü sığınmacılar ya da göçmenler geldiklerinde aynı zamanda bir istihdam kapasitesi de oluşturuyorlar. Üreticiler, tüketiciler, çalışanlar, işçiler ve işverenler olarak geliyorlar. Bütün ekonomik aktörlerin bir arada geldiğini düşünebiliriz. Yani karma bir toplum, toplumun küçük bir örneği olarak geliyorlar; tıpkı tıpkı herkes gibi. Sığınmacı imgesinin trafik ışıklarındaki insanlardan ibaret olarak zihinlerde canlanması hatalı, çünkü bu insanlar emekleri ve sermayeleri ile beraber geliyorlar.

Ekonomiler için -özellikle de nüfusun hızla yaşlandığı Avrupa ülkelerinde- sosyal güvenlik sistemi ciddi anlamda taze kanın ekonomiye girmesini gerektiriyor. Nüfus yaşlanıyor ve insan hayatı eskiye nazaran çok daha uzun. İnsan ömrünün uzaması demek emekli olduktan sonra belki de 30-40 sene boyunca devletlerin bu kişilere ekonomik destek sağlaması demek. Bu durum emeklilik sonrası devletlere binen finansal yükü artırdığı gibi yeni gelenlerin bu sistemin sürdürülebilmesi için sisteme dahil olması gerekiyor. Bu sebeple nüfus artış hızı düşük ülkeler göçmenlerin varlığına ihtiyaç duyuyorlar. Uluslararası finans kuruluşları, ‘Yaşlı Avrupa’nın sığınmacıların potansiyelini göz ardı ettiğini ifade ediyor. Almanya bu konuda aksiyon alan Avrupa ülkelerinden ve 1,1 milyon göçmene ev sahipliği yapıyor.
Son Söz: Ne Yapmalı?
Sığınmacılığın temel bir insan hakkı olarak tanınması, bunu güvence altına alan uluslararası sözleşmelerden azade doğal hukukun bir gereği. Hepimiz insanız ve tarihten günümüze süregelen, kendini tekrar eden insanlık hallerine aşinayız.

İnsani yaklaşımı bırakmamak ve yaşanan büyük insani trajedinin farkında olmak, ön yargılar değil gerçeklerle ilişkimizi artırmak, ayrımcılığı engelleyecek gerekli önlemleri almak ya da alınmasını sağlamak ve sığınmacılar meselesinin hem kısa hem uzun vadeli sonuçlarını bir arada değerlendirmek bizlere bir arada ve huzurla yaşama imkanı sağlayabilir.

*Yazı Bekir Berat Özipek’in 'Sığınmacılar, Ayrımcılık ve Ekonomi - I' konulu konuşmasından temel alınarak hazırlanmıştır.