Prof. Dr. Emre Erdoğan İle
Toplumsal Alanda Sosyal Uyumu Yakalamak
Yazar: Rümeysa Yeme
Ötekileştirme ve Ayrımcılık

Ötekileştirme, insanların kendi aidiyetlerini (kimliklerini) paylaşmayan toplumsal/ kültürel çevreleri yabancılaştırmasını ifade eden bir kavramdır.1 Kişinin ‘‘kim’’ olduğunu anlayabilmesinin yolu ‘‘kim olmadığını’’ anlamasından geçer;‘‘ben’’ ve ‘‘öteki’’ ayrımı burada başlar. Bu her insanda var olan doğal bir eğilimdir; ötekileştirmemek, doğal bir hal değildir. Ötekileştirmemek için çaba harcamamız gerekir. Bu çaba, ancak ötekileştirmenin neyden kaynaklandığını ve ötekileştirme mekanizmalarının nasıl işlediğini anlayarak gerçekleşir.

Ötekileştirme öncelikle bilişsel düzeyde var olurken, bunun eyleme tezahürü ayrımcılık biçiminde kendini gösterir. Ayrımcılığın en çarpıcı fakat en alışılageldik örneğini kendi çocuğumuz için arzuladığımız bir şeyi ‘‘öteki’’nin çocuğuna gerekli görmeyişte bulabiliriz. Sokaktan çevireceğimiz herhangi birinden alacağımıza emin olduğumuz cevap çocuğun çocuk olduğu ve yetişkinler dünyasının kavgalarından uzak olduğudur. Oysa pratikte söz konusu ‘‘öteki’’nin çocuğu ise o bizim ‘‘çocuk’’ kavramımızın içinde kendine pek yer bulamaz.

Bu noktada Platon’un ‘‘adalet’’ tanımını hatırlayabiliriz; adaleti herkesin hak ettiğini alması olarak tanımlar, Platon. O halde şu soruyu yöneltmek mümkün olacaktır: Sizin ‘ütopyanız’ herkesi kapsıyor mu yoksa dışarıda kalan birileri var mı? Eğer cevap var ise, ayrımcılığın izlerini tam da burada aramak gerekir. Buradan hareketle ayrımcılığın tanımına ulaşabiliriz: ‘‘Biz’’den olmayanların ihtiyaçlarını görememe ve kendimiz için var olan taleplerimizin benzerini ‘‘onlar’’ için kurgulamama.
Ötekileştirme Mekanizmaları

Ötekileştirmenin bir gerçeklik olduğunu ve her birimizde var olan bir potansiyel olduğunu gördükten sonra bu durumun nasıl ortaya çıktığını irdeleyelim. Mikro düzeyde, ‘‘kimlik’’ kavramı ötekileştirme mekanizmalarının en önemli tetikleyicilerindendir. Kimlik kavramına getirilen tanımlar oldukça çeşitli olsa da konumuz kapsamında kimliği, kişinin kendini tanımlarken aldığı sıfatlar bütünü olarak ifade edebiliriz. Kimlik ‘kadın’ olmak, ‘Suriyeli’ olmak, ‘seküler’ olmak, ‘öğretmen’, ‘baba’ ve ‘eş’ olmak gibi birçok farklı şekillerde var olabilir. O halde kimliği kişinin sahip olabileceği tek bir unsur olarak ele almıyor; bir kişinin birçok farklı kimliğe sahip olduğundan bahsediyoruz.

Sahip olduğumuz kimlikler çoğu durumda bireysel bağlamlarından çıkıp kolektif kimlik haline gelebiliyor. Yani benim yalnızca kendim olarak hissettiğim bir ‘kadın’ olma halinden çıkıp ortak bir paylaşım zemini olarak, kitlelerce benzer şekilde tecrübe edilen bir ‘kadın’ olma haline dönüşüyor. Bazı kimlikler ise bir adım daha öteye taşınarak siyasi bir nitelik kazanıyor. Kolektif kimlikten siyasal kimliğe geçişin ise gerçekleşebilmesi için iki aşamalı bir yolun aşılması gerekiyor: mağduriyet öyküsü ve müsebbibin tespiti.

İlk ve en önemli olan adım ortak bir mağduriyete sahip olmak. Örneğin kadın meselesini tekrar ele alalım. Bundan çok değil birkaç on yıl önceye gitmek, mağduriyetlerin kesiştiği noktaların tespiti için yeterli olacaktır. Okumak istediler, okuyamadılar; çalışmak istediler, çalışamadılar; çalışmaya başladılar, ayrımcılığa uğradılar. Bunu tecrübe eden kadın tekil bir kişi olarak gittiği sorgulamada, bunların başına gelmesinin tek sebebi olarak ‘kadın’ olmasını görüyor. Aynı şeylerin farklı etnik kökene sahip komşusunun da başına gelmiş olması veyahut zengin bir kadının da başına gelmiş olma ihtimali farklı sosyal ve kültürel kimliklere sahip birçok kişiyi ‘kadın’ kimliğinin altında birleştiriyor. ‘Kadın’ olarak mağduruz, evet. O halde bizi kim mağdur ediyor? Burası, müsebbibin tespiti dediğimiz ikinci aşamayı başlatan nokta oluyor.

Mağduriyetin sorumlusu aranmaya başlandığında iki farklı mekanizmanın devreye girdiği görülür. Ya iç grup ya da dış grup bu mağduriyetten sorumlu tutulur. İç grubun sorumlu tutulduğu durumların en bilinen örneği sömürge altında yaşayan halklardır. Sömürgeci zihin suçlunun topluluğun kendisi olduğunu söyler; onların suçu geri kalmış olmaktır. Bunun içselleştiği durumlarda toplulukta utanç duygusu yer etmeye başlar, içe kapanma gözlenir. Siyahi halkların uzun yıllar boyunca ten renklerini açtırmak için türlü yollar denemeleri, saçlarını düzleştirmeleri kendi kimliklerinden duydukları utancın sarih göstergelerindendir.

İkinci durumda eğer mağduriyetin müsebbibi olarak dış grup belirlenirse, toplulukta kendini gösterecek olan duygu öfkedir. 20. yüzyılın önemli siyaset felsefecilerinden Frantz Fanon, ‘‘Sömürgeciye bak ve öfkelen!’’ der. Sömürge altında yaşayan halklar sorumlu arayan gözlerini kendilerinden eylemin failine, sömürgecilere çevirdiklerinde artık ‘düşman’ı görmüşlerdir. Öfke, utancın aksine harekete geçirir; kolektif kimliğin siyasi kimliğe dönüşme yolculuğunun kıvılcımını ateşler. Mağdur olan uyanmış ve siyaset masasında yerini almak istiyordur. Sömürge halkı örneğinde olduğu gibi bugün var olan siyasi tüm kimliklerin ardında bir mağduriyet öyküsünün yattığını görürüz.

Kimlikler Yanımızda mı Gelir?

İnsanın doğumuyla beraberinde getirdiği tek şey cinsiyetidir. Geriye kalan tüm kimlikler sosyal olarak inşa edilmiştir. Kişinin doğduğu anda alnına kazınmış; uğrunda ölmenin, öldürmenin şeref sayıldığı ‘millet’ de aynı bu şekilde sosyal bir inşadır. I. Dünya Savaşı’nın yaşanmamış olduğu bir senaryoda ‘Yunanlı’, ‘Osmanlı’dır; ve dahi ‘Suriyeli’ diye bir kavram yoktur. Hasbelkader sınırın 5 km sağında veya solunda doğmuş olmak kişiyi bambaşka biri haline getirir. ‘Dost’un kim, ‘düşman’ın kim olduğu hangi sınırlar içinde dünyaya gözleri açmış olmakla ilgilidir. Kimlik, tam da bu noktada oldukça işlevseldir. Kimin ‘ne’ olduğunu tanımlıyorsa, güvenli alan çiziyorsa; kimlik işlevini yerine getirmiş demektir. Anlamak için sınıflara, ‘ne’liğe dair netliğe muhtaç olan insan beynine gerekli veriyi sunmuştur.

Bir kimlik olarak ‘millet’in göçle birlikte değişen yüzlerini incelemek bize kimliğin inşa sürecine dair aydınlatıcı kavrayış açıları sunacaktır. 60’larda başlayıp süregiden Almanya’ya verdiğimiz işçi göçü bunun için iyi bir örneklem alanı oluşturur. Almanya’ya giden ilk nesil Türkler ile kendinden sonra gelen Türkler arasında birtakım sorunlar doğmuştur. Önce gelen sonradan gelen gibi olmadığını kanıtlamaya çalışır, sonradan geleni küçük görür. Bu olguyu Prof. Emre Erdoğan şu şekilde açıklar: ‘‘Bir toplumda, herhangi bir zamanda normlar (iyi insan nasıl olunur, iyi hayat nasıl yaşanır vb.) aynıysa ancak gruplar bunun için rekabet ediyorsa ve birileri söz konusu rekabette geride kalmışsa anlaşmazlığın doğması işten bile değildir.’’ Bizim örneklemimizde, Almanya’da sosyal yaşamın bir parçası olmaya çalışan ilk nesil Türklerin doldurmaya çalıştığı ‘iyi bir Türk’ normunda sonraki nesil acemilik gösterdiğinde; bu, ilk grubun ‘daha da iyi bir Türk’ olduğunu göstermesi için bir araç haline dönüşür.

Kimliklerin esasında performatif oldukları gerçeği gün yüzüne çıkar. Kimlikler bir ideadır; size nasıl daha iyi olunacağını söyler. Nasıl iyi bir anne olunur, nasıl iyi bir öğretmen olunur, nasıl iyi bir Suriyeli olunur… Tüm bunların hepsine dair zihinlerimizde ‘ideal’ formlar mevcuttur; ve ‘var olan’ın performans skalasındaki yeri ‘ideal’ olana referansla konumlanır. Öte yandan bahsi geçen idealar mutlak formlara sahip değillerdir. Aksine her gün, her dakika yeniden inşa edilir; biz de bu kimliklerin içini doldurmak için performans gösteririz. Dünün ‘iyi anne’ ideası, bugünün ‘iyi anne’ ideasından ayrıdır. Bu kimlikleri doktrine eden yegane kurumlar ise aile ve okuldur; dernekler, cemaatler ve siyasi partiler bunları takip eder. Nasıl iyi bir ‘evlat’, nasıl iyi bir ‘vatandaş’, nasıl iyi bir ‘öğrenci’ olacağımızı önce anne babalarımız, sonra öğretmenlerimiz aracılığıyla en iyi şekilde öğreniriz.

Mekanizma nasıl işler?

Öncelikle kimliklerin oluşumu insanın bilişsel mekanizmalarının doğal bir sonucudur. Hayatta karşılaşılan her insanın kendinde özgün ve biricik oluşu söz konusu iken, insan zihninin kişi tanıma kapasitesinin sınırlı olması onu kategorilere muhtaç hale getirir. Karşılaşılan yüzlerce insan, zihinde kendi bütünsel biricik varlığıyla karşılığını bulamaz. Bu nedenle zihin insanları çeşitli benzerlik ve farklılıklarıyla tanımlama yoluna gider; ve kategorizasyon tam burada zihnin imdadına yetişir: gözlüklüler, gözlüksüzler; beyaz tenliler, koyu tenliler; önce gelenler, sonra gelenler; X partililer, Y partililer…

Bir sonraki adımda zihin kendi bütünsel varlığının da hangi kategoriye ait olduğunu belirlemek ister. Buradan ‘ben’ (ve benim grubumdakiler, biz) ve ‘onlar’ ayrımına gider; ancak süreç burada sonlanmaz, kıyaslama ile devam eder. Bu aşamada devreye giren üç mekanizma mevcuttur: farklılıkları abartma, grupları türdeş görme ve hiyerarşinin kurulması. Erken gelen çayı şekersiz içiyor, ‘demek ki’ erken gelenler çayı şekersiz içer; Halepli acı seviyor, ‘demek ki’ Halepliler acı sever. Grubun tüm üyeleri zihinde homojen bir kitle, adeta tek bir kişi halini alır. Artık rahatlıkla bir ‘Halepli’ kimliğinden, bir ‘erken gelen’ kimliğinden söz edilebilir hale gelmiştir.

Ancak kimlik yaratım süreci burada da sonlanmaz; kıyaslamanın sonucunda hangisinin daha iyi, hangisinin daha kötü olduğu yargısına varmayı gerektirir. Hiyerarşinin kurulduğu yer tam olarak burasıdır. A üniversitesi mensupları böyledir, B üniversitesi mensupları şöyledir → A üniversitesi, B üniversitesinden daha iyidir. Emre Hoca’nın da söylediği gibi: ‘‘Kimlik yaratmak kimliklerden birinin üstün olduğunu söylemeyi gerektirir.’’
Kimlikler Yanımızda mı Gelir?

İnsanın doğumuyla beraberinde getirdiği tek şey cinsiyetidir. Geriye kalan tüm kimlikler sosyal olarak inşa edilmiştir. Kişinin doğduğu anda alnına kazınmış; uğrunda ölmenin, öldürmenin şeref sayıldığı ‘millet’ de aynı bu şekilde sosyal bir inşadır. I. Dünya Savaşı’nın yaşanmamış olduğu bir senaryoda ‘Yunanlı’, ‘Osmanlı’dır; ve dahi ‘Suriyeli’ diye bir kavram yoktur. Hasbelkader sınırın 5 km sağında veya solunda doğmuş olmak kişiyi bambaşka biri haline getirir. ‘Dost’un kim, ‘düşman’ın kim olduğu hangi sınırlar içinde dünyaya gözleri açmış olmakla ilgilidir. Kimlik, tam da bu noktada oldukça işlevseldir. Kimin ‘ne’ olduğunu tanımlıyorsa, güvenli alan çiziyorsa; kimlik işlevini yerine getirmiş demektir. Anlamak için sınıflara, ‘ne’liğe dair netliğe muhtaç olan insan beynine gerekli veriyi sunmuştur.

Bir kimlik olarak ‘millet’in göçle birlikte değişen yüzlerini incelemek bize kimliğin inşa sürecine dair aydınlatıcı kavrayış açıları sunacaktır. 60’larda başlayıp süregiden Almanya’ya verdiğimiz işçi göçü bunun için iyi bir örneklem alanı oluşturur. Almanya’ya giden ilk nesil Türkler ile kendinden sonra gelen Türkler arasında birtakım sorunlar doğmuştur. Önce gelen sonradan gelen gibi olmadığını kanıtlamaya çalışır, sonradan geleni küçük görür. Bu olguyu Prof. Emre Erdoğan şu şekilde açıklar: ‘‘Bir toplumda, herhangi bir zamanda normlar (iyi insan nasıl olunur, iyi hayat nasıl yaşanır vb.) aynıysa ancak gruplar bunun için rekabet ediyorsa ve birileri söz konusu rekabette geride kalmışsa anlaşmazlığın doğması işten bile değildir.’’ Bizim örneklemimizde, Almanya’da sosyal yaşamın bir parçası olmaya çalışan ilk nesil Türklerin doldurmaya çalıştığı ‘iyi bir Türk’ normunda sonraki nesil acemilik gösterdiğinde; bu, ilk grubun ‘daha da iyi bir Türk’ olduğunu göstermesi için bir araç haline dönüşür.

Kimliklerin esasında performatif oldukları gerçeği gün yüzüne çıkar. Kimlikler bir ideadır; size nasıl daha iyi olunacağını söyler. Nasıl iyi bir anne olunur, nasıl iyi bir öğretmen olunur, nasıl iyi bir Suriyeli olunur… Tüm bunların hepsine dair zihinlerimizde ‘ideal’ formlar mevcuttur; ve ‘var olan’ın performans skalasındaki yeri ‘ideal’ olana referansla konumlanır. Öte yandan bahsi geçen idealar mutlak formlara sahip değillerdir. Aksine her gün, her dakika yeniden inşa edilir; biz de bu kimliklerin içini doldurmak için performans gösteririz. Dünün ‘iyi anne’ ideası, bugünün ‘iyi anne’ ideasından ayrıdır. Bu kimlikleri doktrine eden yegane kurumlar ise aile ve okuldur; dernekler, cemaatler ve siyasi partiler bunları takip eder. Nasıl iyi bir ‘evlat’, nasıl iyi bir ‘vatandaş’, nasıl iyi bir ‘öğrenci’ olacağımızı önce anne babalarımız, sonra öğretmenlerimiz aracılığıyla en iyi şekilde öğreniriz.

Ayrımcılık Nasıl Meydana Gelir?
Zihnin, insan topluluklarını belli birtakım gruplara ayırarak, onlara kimlikler tayin ederek, kendine de bu haritada bir yer bularak çalıştığını söylemiştik. Bu, zihnin çalışma prensibinin kendisi ayrımcı demek değildir; çünkü bir yandan da anlamak ve yaşamak için zihnin işini kolaylaştıran doğal bir mekanizmadır. Ayrımcılığın meydana gelmesi belli birtakım aşamalardan geçerek olur. İlk aşamada iç grubun yüceltilmesi söz konusudur; sonrasında iç grubun ahlaki üstünlüğü iddia edilir; dış grubun ahlaksızlaştırılması onu takip eder. Bu kısımda, dış grubun birtakım haklardan mahrum edildiği siyasal hoşgörüsüzlük aşamasının meşruiyet zemini kurulur. Bu aşama ayrımcılığın başladığı noktadır. İleri boyutta bu aşamayı tarihteki tüm soykırımların ardında yatan insandışılaştırma takip eder. ‘Onlar’ insan değildir; böcek gibidirler, maymuna benzemektedirler, koyun sürülerilerdir… Çünkü soykırım gibi bir vahşeti gerçekleştirebilmek ancak ‘onlar’ın insan olmadığına inanmak ile mümkündür.
Nasıl Önüne Geçilir?

Buraya kadar ötekileştirmenin, ayrımcılığın ne olduğunu ve insan zihninin bunlara eğilimli bir mekanizmaya sahip olduğunu anlattık; ötekileştirmemek çaba gerektirir dedik. Şimdi bu çabayı nasıl vereceğimiz, hangi yolları deneyebileceğimiz üzerine konuşalım.

1) Gruplar arası teması arttırmak ilk ve en önemli yöntemimiz. Burada iki tür temastan söz edebiliriz. İlki sıradan temas diyebileceğimiz, göz teması ve ortak fiziksel mekan paylaşımını içeren, sokakta, otobüste vb. yerlerde karşılaşmak. İstanbul Göç Araştırması 2020 raporuna göre, İstanbul Suriyeli nüfusunun en yoğun olduğu illerden biri olduğu halde Suriyeliler ile Türklerin temasları halen pasif düzeyde seyretmektedir. İstanbul nüfusunun neredeyse yarısı Suriyelilerle hiç karşılaşmıyor. Bu durumun en temelde sebebi Suriyeli nüfusun belli semtlerde ‘kümelenme’ eğilimi gösteriyor olması. Fatih, Sultanbeyli, Küçükçekmece gibi semtlerde Suriyeli görmek ne kadar mümkünse Beşiktaş, Sarıyer gibi semtlerde görmek bir o kadar zordur.

Sıradan temas oranının hayli düşük olduğu mevcut durumda bir diğer temas türü olan gerçek temasın da farklı bir tablo çizmediği tahmin edilebilir. Gerçek temas derken karşılıklı güven zemininde kurulan gerçek bir iletişimden söz ediyoruz. Komşuluk etmek, birlikte iş kurmak, çocuğunun Suriyeli çocukla oynamasına rıza göstermek gerçek temas örneklerindendir. Bu türden bir temas muhatabı zihinlerdeki homojen ‘Suriyeli’ kimliğinin şemsiyesinden çıkarır; ve Ahmet olarak, Ayşe olarak, kendine has tüm özellikleriyle tekil bir insan olarak algılamanın önünü açar. Bir Suriyelinin lokantasında gidip yemek yemek dahi karşılıklı bir güven ilişkisini gerektirir. Öncelikle yemeğin lezzetine, hijyenine güven gerektirir, görülecek muameleye güven gerektirir. Lokanta işletmecisi penceresinden de müşterinin hizmetin bedelini ödeyeceğine dair bir güven duyması gerekir. Oysa mevcut durumda yine Suriyeli nüfusun yoğun olduğu illerimizden Şanlıurfa’da yapılan bir araştırmada Suriyeli işletmelerden yemek yiyenlerin oranı yüzde 6 çıkmıştır.2 Bu durum da göstermektedir ki var olan ötekileştirmenin önüne geçmek için öncelikle hakiki temaslar kurmamız gerekir.

2) Çoklu kimliklere hatırlatma yapmamız gerekmektedir; ve ilginçtir ki yalnızca hatırlatmada bulunmak çoğu durumda yeterlidir. Etnik köken, millet temelli kimlikler ayrıştırırken ‘anne’ olmak, ‘işçi’ olmak, ‘iktisat öğrencisi’ olmak birleştirebilir. Nitekim, kimlikler çoklaştıkça özetlemeden de çıkarız. Böylelikle insanları homojen kategorilere ayırmaya eğilimli zihnimizde katı tanımlamaları kaldırıp insanları ‘insan’ paydasında algılamaya başlayabiliriz.

3) Bilişsel kapasitemizi geliştirmeye yönelik adımlar atmalıyız. Konfor alanlarımızdan çıkıp ‘ben’ gibi olmayanlarla karşılaşmak, gerçek bir ‘temas’ta bulunmak; siyah-beyaz dünya algımızda ‘gri’ alanlara da yer açmak bizim bilişsel kapasitemizi arttır. Böylelikle kısayollara ihtiyaç duymadan sosyal kimliğin karmaşıklığını kavrayabilir hale geliriz.

  1. Kudret Emiroğlu-Suavi Aydın, Antropoloji Sözlüğü (Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, 2003) ‘‘Öteki’’, 661-663.
  2. İstanbul rakamı Türkiye’de Kutuplaşmanın Boyutları 2017 araştırması veri tabanından hesaplanmıştır. Şanlıurfa vakası için Hakan Bucak, “Factors determining public behaviours towards refugees: Şanlıurfa case”, yayınlanmamış yüksek lisans tezi, http://openaccess.bilgi.edu.tr:8080/xmlui/handle/11411/1654
15 Kasım 2021